Galatasaray Spor Kulübü'ne,
Ben Pegasus tribünü K/xxx/xx/xxx nolu kombinelerin sahibiyim. Daha önce defalarca Passolig saçmalığı hakkında kulübe e postalar attım, çağrı merkezinizi aradım. Ancak hiç birinden geri dönüş alamadım, uygun bir açıklama duymadım. Ücretini ödemiş olduğum kombinelerim ile maçları izleme hakkımı elimden nasıl aldığınızı sormuştum, yanıt alamadım.
E bilet sistemini zaten kendisi kurmuş olan Galatasaray Spor Kulübünün, hiçbir zaman yanında olmamakla birlikte her fırsatta kendisini baltalamaya çalışan TFF'nin bu dayatmasına neden boyun eğdiğini de öğrenmek istemiştim. Kurmuş olduğunuz sistemi yokedip neden Galatasaray’ımızı bu konuda başka bir firmanın vicdan/başarısına teslim ettiğinizi sormuştum. Yine yanıt alamadım.
Ayrıca ben "fikri hür, vicdanı hür bir Galatasaray'lı" olduğumu belirterek, X bir bankanın kartını neden zorla almak durumunda bırakıldığımı merak etmiştim. Yine yanıt alamadım.
Kanun yalnızca e bileti zorunlu kılıp passolig uygulamasına geçme zorunluluğu bulundurmazken, çağrı merkezi çalışanlarınıza -kendilerini asla geliştiremeyen- dahi neden yanlış öğretiler yaptığınızı ve TFF'nin dayattığı kurum ile çalıştığınızı merak etmiştim. Yanıtsız kaldım.
Bunların yanı sıra uzun bir süredir gerek bilet@galatasaray.org ve gerekse gskombine@galatasaray.org adreslerine her gün gönderdiğim postalara yanıt verilmemesi ve küstah çağrı merkezi çalışanlarınızın tavırları sayesinde bir zamanlar 'bizleri "taraftar" değil "müşteri" olarak görüyorlar' diye kızdığımız sizlerin, ne yazık ki aslında bizleri müşteri olarak bile görmediğinizi anlamamı sağladı. Daha önce de umursamadığınız postalarımda, Galatasaray’ım dışında herhangi bir kuruma “bir Allah kuruşu dahi” -bu cümlenin ne olduğunu umuyorum hatırlamışsınızdır artık- kazandırmayacağımı belirtmiştim.
E bilet sistemimizi zaten kullandığım için de, Galatasaray Spor Kulübü dışında hiç bir kurum yada kuruluşun dayatması ile kendi sistemlerini kullanmayacağımı bildirmiştim. Bir süre sırf bu sistemin karaborsayı bitireceğine olan inancımla Passolige evet dediğim günlerden de utanıyorum. Bu e bilet sisteminin karaborsanın tamamen resmileştirilmiş hali olduğunu da ne yazık ki yeni öğrendim.
Bu sezon taraftarlarınıza sahip çıkmayışınızla, bir diğer ifadeyle sorumsuzluğunuzla, ne kadar kombine sahibini kaybettiğinizi de bildiğinizi umuyorum.
Tekrar ediyorum, elbette derbi niteliğindeki maçlara bizlere ikame "seyirciler" bulabileceksiniz. Ancak biraz kamuoyu araştırması yaptıysanız veya tribünleri dinleyen bir yanınız varsa, sizler de çok iyi biliyorsunuz ki, Galatasaray için bugüne kadar çok şey yapmaya çalışan "taraftar"ların büyük çoğunluğu bu sene kombinelerini yenilememişlerdir. Kombine satışınızdaki bu büyük dibe vurmanın üzüntüsünü yaşamanız gerekirken, üzüntüyle görüyoruz ki, bugüne kadar en çok passolig satışı yapan spor kulübü olmakla dahi övünecek körlüğe sürüklenmişsiniz. Aynı zamanda ilk maçımızda almış olduğumuz cezayı da düşünürsek, kimler için kendi taraftarınıza sırt döndüğünüzü en azından görmenizi dilerim. Artık sizden bir yanıt beklemiyorum.
Kendimi bildim bileli hayatımın bütün gidişatını Galatasaray'a göre yönlendirmiş bir taraftar olarak, Passolig dayatmanız ve taraftarı umursamamanız sebebiyle kombinelerimin iadesini istiyorum.
Çünkü... Üzülerek görüyorum ki, nasıl Sayın Başkan Ünal Aysal bir dönemki teknik direktörümüzü düşmanların yanında yer aldığı için Galatasaray tarihinden sildiyse, aynı düşmanların safına geçerek, aynı konuma bizzat kendini düşürmüştür. Futbolda artık yalnızca başarının egemen olduğu bu günlerde başarılı olduğunuz sürece stadınızda seyirciler elbet olacaktır. Ancak en ufacık tökezlemenizde tribünlerin soğukluğuna sizler bile inanamayacakınız. Ve umarım bugünleri, bu kararların altına imza atan herkes yaşayacaktır.
Zaten biz taraftarlara, forması için terinin son damlasına kadar akıtacak kaptanların kadro dışı bırakıldığı, ancak derbi denilen maçta takım arkadaşları ve taraftarlarını yalnız bırakıp formayı çıkaranların kaptan yapıldığı takımı izlemek büyük zulümdü.
Yine bu sebeplerle, yıllarca gururla sakladığım kombinelerimin yanında, tffnin göndereceği o benim için hiçbir değeri olmayan kartı eklemek istemediğimi yeniden belirtiyorum.
Gereğinin yapılmasını bilgilerinize arz ederim.
Fikri Hür, Vicdanı Hür
Galatasaray Taraftarı
--------------------------------------------
Bir gün geri geleceğiz yeniden..
GS TV | ..Sizin Tarafsızlığınız, Bizim GALATASARAY'IMIZ..
Öncelikle belirtmeliyiz ki bugüne kadar yazdığımız yazıların içerisinde en yürek burukluğu ile kaleme alacağımız yazı budur. Çünkü bizler her zaman "profesyonelleşmenin, profesyonel bakmanın" karşısında, Galatasaray armasının olduğu her şeye hayranlıkla sahip çıkma tarafında olan taraftarlardık... Hep de öyle kaldık.. Zaten bunca zamandır içimizde büyüyen öfkenin sebebi de armamızı taşıyan bir kurumun bizlerin beklediği kadar o kutsal armaya sahip çıkmaması, kendisini o armaya yakıştıramamasıdır...
Galatasaray TV ilk yayına başladığı zamanlarki heyecanımızı yalnızca bu heyecanı yaşayan milyonlar anlayabilir. Düşüncelerimiz öyle farklıydı ki... Tüm haberleri ilk kendi kanalımızdan duyacak, kendi kanalımızda takımlarımız, teknik taktik açısından değerlendirilecek, tüm çalışanlarının Galatasaray aşkıyla dolu olduğu ve tabii ki her zaman en önde dünyaya örnek olan muhteşem Galatasaray taraftarını tutan bir yayın organı olacaktı... Daha doğrusu bizler öyle hayal ediyorduk...
Hayal ediyorduk ama zamanla kanalın nasıl bir yöne evrildiğini gördükten sonra "neler oluyor?" diye sorarken birden resmi sitemizde "Galatasaray TV'nin Hedefleri"ni görüverdik...
"...Spor haberleriyle ve programlarıyla, Galatasaray dışında da tüm sporseverlerin ilgiyle ve beğeniyle izleyeceği, her sporseverin kendinden bir şeyler bulacağı ilkeli, kaliteli ve zengin içeriğiyle geniş kitlelere ulaşmayı hedefliyor... "
İşte aslında her şey bu belirlenen hedeflerden sonra yıkılmaya başlamıştır. Geçtiğimiz zamanlarda izlemek için ek ücret bile ödediğimiz, renkleri, stüdyoları, görüntüsü 1980'lerden kalan Galatasaray TV, eminiz ki birçok taraftar tarafından bugünün Galatasaray TV'sinden daha iyiydi aslında...
Bir 'spor kanalı' olmak nedir?
Peki ya bir 'spor kulübünün kanalı' olmak nedir?
Gereklilikleri nelerdir?.. En önemlisi farkları nelerdir?..
Galatasaray TV'nin gerçek hedefi bunlardan hangisi olmak olmalıdır?
Peki Galatasaray zincirinin en zayıf halkası olan Galatasaray Tv'de bu hatalar zinciri ne zaman başlamış, nasıl devam etmiştir?
O hatalar zinciri, vakt-i zamanında yazmış olduğu bir köşe yazısında Galatasaraylıları 'zübük' olarak tanımlayan Bahri Havadır adlı şahsın kanalın başına getirilmesiyle başlıyordu esasen. Galatasaray taraftarını karşısına alan bu zat, Galatasaray taraftarının karşısına Galatasaray Spor Kulübü resmi kanalının müdürü olarak çıkarılıyordu. Tv kelimesinin önünde bulunan 'Galatasaray' adının büyüklüğünden bihaber olan bu şahıs, göreve geldikten sonra yaptırdığı veya yaptırtmadığı programlar ile bizleri elbette şaşırtmamıştır.
Geçmişi ve bugünü zaferlerle dolu olan kulübümüzün kanalı ne yazık ki Galatasaray'dan çok 'İstanbul'da nerde yemek yenir', 'Barcelona takımının bir günü nasıl geçer', 'Kral Tv bu sene kimlere ne ödülü vermiş' gibi Galatasaray'la uzaktan yakından alakası olmayan programlarla biz taraftarları isyan noktasına getirmiştir.
Kulüp kanalı oldukları gerçeğini bir türlü kabul etmeyen yönetici ve çalışanları Galatasaray Tv'nin 'tarafsız bir spor kanalı' olması için ciddi çabalar sarf etmekten hiçbir zaman geri kalmamaktadır. Bu nedenledir ki hata üstüne hata yapmakta, yaptıkları her hata başka yanlışlara sebep olmaktadır. Peki nedir bu hatalar?
Çalıştığı spor kanalında tarafsız(!) kimliğiyle yayınlara çıkarılan, ama tarafının ne olduğu çok iyi bilinen, eline geçen her fırsatta Fenerbahçe yandaşlığından daha çok Galatasaray düşmanlığı yapan Rıdvan Dilmen, bir programa katılmak için kanala davet edilmiştir. Taraftarın sert tepkisiyle karşılaşan kanal çalışanlarından biri konuyu anlamsız bir şekilde 'Metin Oktay centilmenliği' ne bağlamış ve adeta 'özrü kabahatinden büyük' durumuna bir örnek teşkil etmiştir. Söz konusu programın gerçekleşmeme nedeninin, Rıdvan Dilmen'in daveti geri çevirmiş olması ise en az davetin kendisi kadar acı vericidir.
Bu hatanın ardından taraftarın isteklerini yerine getirmek adına taraftar merkezli yayınlar yapmayı hedefleyen Galatasaray TV yine başarıdan çok başarısızlık örneklerinden birini sergilemiştir. BloGS adı verilen programda Galatasaraylı blog yazarlarını programa konuk etmek amacıyla yayına başlanmış fakat sosyal medyada binlerce takipçisi olan ve 'fenomen' diye adlandırılan insanları takımlarına bakmaksızın Galatasaray TV ekranlarına çıkarmakta zerre sakınca görülmemiştir. Konuk olarak yayına alınan ya da alınması son anda taraftarın farkındalığıyla engellenen bu insanları sadece rakip takım taraftarı olarak adlandırmak yetersiz kalacaktır. Çünkü bu insanlar sosyal medya üzerinde Galatasaray'a, Galatasaray futbolcusuna, taraftarına hakaret içerikli mesajlar atan kişilerdir. Program için seçtiği konukları zerre araştırmayan kanal çalışanı yaptığı hatadan sonra gelen tepkiler üzerine 'böyle yapmayın, üzülüyorum' gibi egoistçe bir tavır sergilemekte zerre sakınca görmemiş ve anlamına asla hizmet etmeyen program yayınlanmaya devam etmiş, ettirilmiştir.
Galatasaray'ımızın gerek Şampiyonlar Ligi maçları öncesi gerek derbileri öncesi bir araya gelen bizler sabahlara kadar eski cdleri izlemek, youtube'dan videoları izlemek zorunda bırakılmaktayız. Neden?
Çünkü hiçbir gerekli zamanda Galatasaray TV'de taraftarı coşturacak, heyecanlandıracak, duygulandıracak bir programa rastlamak mümkün değildir. Bu anlayışla devam edildiği sürece de olmayacağı açıktır...
Hatta Galatasaray sayesinde var olmuş ama kendi kendisini yok etmek adına her türlü Galatasaray karşıtı söylemlerden asla geri kalmamış Hakan Ünsal'ı mütemadiyen kanalda görmek, 'ihanet' lafının sözlükteki karşılığı, inananları sırtından vuracak kadar 'profesyonel' olan Fatih Akyel'le röportaj gerçekleştirmek, kanalda her hafta görmemiz gereken Tugay Kerimoğlu'larına Suat Kaya'lara Hagi'lere yapılan en büyük haksızlık, nankörlüktür... Galatasaray'ın yaşayan binlerce efsanesi varken, gaflet dalalet ve hatta hıyanetlerini "bilmedikleriniz var" yaftasına saklayanları Galatasaray TV'de görmek; o dillerinden düşmeyen 'profesyonelliği' , 'tarafsızlığı' her seferinde daha da can acıtacak şekilde gözler önüne sermektedir.
Türk Futbolu'na kara bir leke olarak geçen '3 Temmuz süreci' boyunca GS TV 'tarafsız spor kanalı' olma ilkesinden uzaklaşmamış, Bahri Havadır'ın kulüp kanalımızı Lig Tv formatına uydurma çabaları doğrultusunda bırakın diğer kanalları kendi kanalımızda bile bu kirli sürecin tartışılması, temizlenmesi engellenmiştir. Sosyal medya üzerinden kanal çalışanlarına yapılan eleştirilerde 'biz spor kanalıyız' söylemine seviyesiz bir üslupla devam edilmiş ve biz taraftarlara "Fenerbahçe 3 Temmuz sürecinde günah keçisi ilan edilmiştir" diyebilecek kadar 'tarafsız' olan bir kanal çalışanı tarafından taraftarlık dersi verilmeye çalışılmıştır.
Bugüne kadar Galatasaray haklarını savunmayı 'fanatiklik' olarak görerek buna yeltenmeyen Galatasaray TV, futbolu yönetenleri bunca zaman verdiği, aldığı veya veremediği tüm kararları nedeniyle,
protesto eden taraftarlarını da her zamanki gibi yarı yolda bırakmış ve bu sesin daha gür çıkmasına hiç bir katkıda bulunmamıştır.
Şimdi soruyoruz, hadi kendileri yapamıyor ama Galatasaray haklarını savunan taraftarlarının bile arkasında durmayacaksa, bunun yayını yapılmayacaksa,
geriye Galatasaray TV'nin hangi var olma sebebi kalmıştır ki?
..Sustuysak Bir Yere Kadar!..
TFF... Türk futbolundaki tükenmişliğin en üst seviyeye ulaştığı nokta...
Güvenilirliğini ve adaletini çok önce kaybetmiş olan bu kurum, Türk futbolu için bir dönüm noktası olan '3 Temmuz süreci'ni en kötü şekilde yönetmekle kalmayıp, başarısız kararlarına her gün bir yenisini ekleyerek yoluna devam etmektedir.
Galatasaray yönetim ve taraftarının bu kararlara karşı takındığı sessiz tavır ise, TFF'nin kurumlarının aldığı skandal kararlara her geçen gün bir yenisini daha rahatlıkla eklemelerini sağlamaktadır.
En bariz şekliyle birbirine benzeyen bir kaç vakaya ve bunların sonucunda alınan kararlara bakıldığında, bu kurumları kişi sayılarına göre ele geçirdiklerini düşünenlerin ne kadar haklı çıktıklarını zaman bizlere kolaylıkla gösterebilmektedir.
Engin Baytar
Galatasaray - Fenerbahçe Süper Kupa finalinde hakem Cüneyt Çakır'ı gördüğü kırmızı kart sonrası yakasından tutup sürüklemesi sonucu bugüne kadar görülmemiş şekilde 11 maç men cezası aldı. Ve tahkim tarafından da bu ceza oybirliği ile onandı. Bir çok Galatasaray'lı Engin Baytar'a yapmış olduğu hareketten dolayı kızgındı, bir kısım ise sonuna kadar arkasında durdu.
Ama sonuç olarak neredeyse herkesin görüşü şu şekildeydi; "bundan sonra herkes özellikle hakemlere karşı bu caydırıcı cezalar sebebiyle daha dikkatli davranacak." Olması gereken buydu belki de. Zannettik ki "bu caydırıcı cezalar" herkese aynı şekilde uygulanacak. Kimse sesini çıkarmadı. Cezamızı çektik.
Bir kaç ay sonra ise sahneye farklı renkler çıktı.
Meireles
Galatasaray- Fenerbahçe maçında Yekta Kurtuluş'a yaptığı hareket dolayısıyla ikinci sarıdan kırmızı kartı gördü. Ki bu zaten o müsabakadan ve bir sonrakinden men olacağı anlamına geliyordu. Peki ya sonra yaptıkları?
Meireles gördüğü kart sonrası önce hakemi kendisine doğru çevirerek "top" işareti yapıyor sonra hırsını alamayıp hakemin yanına gidiyor burnunun dibine girerek suratına tükürüyor. Hakem o anda gözlerini kapatıyor ve Meireles uzaklaşırken yüzünü siliyor. Bu sırada saha dışına yönelen Meireles hala hırsını alamıyor ve taraftarı tahrik etmek için formasındaki -bir türlü bulamadığı- fenerbahçe armasını öpüp taraftara gösteriyor, yetmiyor bir daha öpüyor ve taraftara gösteriyor... O da yetmiyor taraftara doğru tükürüp armasını tekrar öpüp tekrar taraftara doğru tutarak sahayı terk ediyor.
Hakem Halis Özkahya raporunda Meireles'in kendisine tükürdüğünü yazdığı halde, buna itibar edilmeyerek, toplanan kurul PFDK'nın Meireles'e vermiş olduğu 12 maçlık men cezasını oy çokluğu ile 4 maça indiriyor.
Sebebine gelince;
"Yayıncı kuruluştan gelen ve toplam süresi 6 saat 38 dakika 35 saniye olan 5 CD halindeki görüntülerin tamamı izlendiğinde, Raul Meireles'in müsabaka hakemine oldukça yakın mesafeden, ısrarla ve sert ifadelerle itiraz ettiği, yüzünün tamamen görünmesine olanak sağlayan görüntülerde konuşmanın sertliği nedeniyle, ne söylediği tam olarak anlaşılamamasına rağmen başını sert şekilde öne doğru hareket ettirdiği sırada kullandığı sözün etkisiyle hakemin yüzüne bir sıvının gelmiş olabileceği düşünülse de futbolcunun tüm bu eylem sırasında konuşmaya devam ettiği ve konuşma esnasında tükürme eyleminin fiziksel olarak mümkün olmadığı.."
Buradan anladığımız şey, hakemin raporunda yazdıklarının veya görüntülerde gördüğümüz üzere Meireles'in yaptığı hamle sonrası hakemin gözlerini kapaması ve yüzünü silmesinin hiçbir öneminin bulunmamasıdır. Yani tükürmemiş olduğu çıkarımına varılarak 12 maçlık bir ceza sadece 4 maça indirilebiliyormuş, bunu da öğrenmiş olduk. Sonrasında bu duruma kısmi olarak benzetilebilecek bir bir vaka daha yaşanıyor ülkemizde.
Ancak bu sefer renkler sarı kırmızı... Peki ya aynı tahkim ne karar alıyor?
Felipe Melo
Galatasaray - Beşiktaş maçında Oğuzhan'a tükürdüğü gerekçesiyle direk kırmızı kart görüyor. Melo gördüğü kart sonrası Oğuzhan'ın yanına gidiyor, yardımcı hakeme, hakeme giderek tek bir işaret yapıyor "Yukarıda Allah var". Ancak Felipe Melo 4 maçlık men cezası ile Meireles'le aynı cezaya çarptırılıyor.
(Dakika: 2:47 ve 3:04 dikkat)
Sebebi;
"Yayıncı kuruluştan celbedilen müsabaka görüntüleri ile itiraz eden kulüp tarafından sunulan görüntüler izlendi. Yapılan müzakere neticesinde; hakem raporunda bulunan hususların aksini ispata yeter kuvvette delil ve emare olmaması yanında, olayın gerçekleştiği anda rakip takım futbolcusunun tepkisi ve diğer oluşa dair tespitler dikkate alınarak" 4 resmi müsabakadan men alınıyor. Ve tahkim yine oy birliği ile kararı onaylıyor.
Açıkçası tahkim kurulu üyelerinin Meireles'in görüntülerinde "hakem raporunda bulunan hususların aksini ispat edecek yeterli kuvvette delil"i nasıl bulduklarını elbetteki fazlasıyla merak ediyoruz. Ayrıca "Oğuzhan'ın tepkisi" dikkate alınarak Melo'ya 4 maç men cezası verilebiliyorsa "Özkahya'nın gözlerini kapatması ve sonrasında yüzünü silmesi"nin neden göz önünde bulundurulmadığını da...
Hadi diyelim ki tükürmeye 4 maç ceza biçildi.
O halde Meireles'in "taraftarı tahrik" etmesi, ve hakeme "top" işareti yapması bu cezaların bonusu muydu? Serbest miydi?
Melo'nun hatası bu hareketleri yapmaması, yalnızca "yukarıda Allah var" demesi miydi?
Kısacası bizler bu mantık hatalarını, futbol federasyonu kurumlarının bu yanlı kararlarını anlamaya çalışırken yakın zamanda bir maç daha oynandı ve bu yanlı yönetimler yine gözümüzün içine içine sokuldu.
Başrolde yine her zaman bildiğimiz gibi Emre B. ve Volkan D. yer aldı.
Emre Belözoğlu
Son zamanlarda olduğu için Emre B. hakkında eklediğimiz görüntüler Fenerbahçe - Kasımpaşa maçından. Kasımpaşalı oyuncu Emre Belözoğlu'na "sen kaptansın yapma bunu" şeklinde anlaşılan uyarılarda bulunsa da Emre her zamanki gibi gerek saha kenarına gerek hakemlere dilediğince küfürler etmeye devam ediyor. Bugüne kadar Emre herkesin bildiği üzere, hakemlerden herhangi bir kırmızı kart almamasının paralelinde, Türkiye'de saha içerisinde en rahat davranabilen, dilediğine bağıran, küfreden, rakip futbolculara en sert şekilde hamlelerde bulunan, yeşil sahaların ağası durumunda futbolculuğuna devam eden kimsedir. Bu ünvanını takım arkadaşı Volkan Demirel ile birlikte elinde bulundurmaya devam eden Emre hiçbir ceza almamasının yanı sıra sık sık da bazı ödülleri kazanma şansını elde edebilmektedir.
Ne gariptir ki Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın "spordaki şiddete karşı" başlattığı kampanya için çekilen reklamda yer alan bu isim; Milli maçta Galatasaray taraftarlarının olduğu kısıma dönüp "ağz.... sı.... ben sizin or...... evlatları" diyebilecek kadar kendini kaybetmiş, karakteri ile ülkemizin yüz karası olmayı gittiği her takımda başarmış Emre Belözoğlu'nun ta kendisidir. Yani böyle bir futbolcu bu ülkede bırakın cezalandırılmayı bir de üstüne üstlük ödüllendirilmektedir.
Unutmayalım ki takım arkadaşı Volkan Demirel hakeme ve yayıncı kuruluşa çaktırmadan taraftara dönerek, bir taraflarını tutması sonucu, "kasıklarım ağrıyordu" açıklamasının komedisini bile yaşatmışlardır bu ülkeye. İşte böyle bir takımın tüm futbolcularının yıllardır "taraftarı tahrik etme" konusunda uyarı dahi almaması da ayrı detay olarak karşımıza çıkıyor.
....................................................Son zamanlarda olduğu için Emre B. hakkında eklediğimiz görüntüler Fenerbahçe - Kasımpaşa maçından. Kasımpaşalı oyuncu Emre Belözoğlu'na "sen kaptansın yapma bunu" şeklinde anlaşılan uyarılarda bulunsa da Emre her zamanki gibi gerek saha kenarına gerek hakemlere dilediğince küfürler etmeye devam ediyor. Bugüne kadar Emre herkesin bildiği üzere, hakemlerden herhangi bir kırmızı kart almamasının paralelinde, Türkiye'de saha içerisinde en rahat davranabilen, dilediğine bağıran, küfreden, rakip futbolculara en sert şekilde hamlelerde bulunan, yeşil sahaların ağası durumunda futbolculuğuna devam eden kimsedir. Bu ünvanını takım arkadaşı Volkan Demirel ile birlikte elinde bulundurmaya devam eden Emre hiçbir ceza almamasının yanı sıra sık sık da bazı ödülleri kazanma şansını elde edebilmektedir.
Ne gariptir ki Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın "spordaki şiddete karşı" başlattığı kampanya için çekilen reklamda yer alan bu isim; Milli maçta Galatasaray taraftarlarının olduğu kısıma dönüp "ağz.... sı.... ben sizin or...... evlatları" diyebilecek kadar kendini kaybetmiş, karakteri ile ülkemizin yüz karası olmayı gittiği her takımda başarmış Emre Belözoğlu'nun ta kendisidir. Yani böyle bir futbolcu bu ülkede bırakın cezalandırılmayı bir de üstüne üstlük ödüllendirilmektedir.
Unutmayalım ki takım arkadaşı Volkan Demirel hakeme ve yayıncı kuruluşa çaktırmadan taraftara dönerek, bir taraflarını tutması sonucu, "kasıklarım ağrıyordu" açıklamasının komedisini bile yaşatmışlardır bu ülkeye. İşte böyle bir takımın tüm futbolcularının yıllardır "taraftarı tahrik etme" konusunda uyarı dahi almaması da ayrı detay olarak karşımıza çıkıyor.
Ve bunların yanı sıra Galatasaray ve Fenerbahçe'nin bir yıl arayla Orduspor ile olan müsabakalarında teknik direktör cephesine bir göz atalım dediğimizde ise karşımıza çıkan sonuç, bunca zaman alınan kararların devamlılığını gözler önüne sermektedir.
Fenerbahçe Orduspor maçı sonrası Aykut Kocaman;
"Sivas maçıyla başlayan, ufak ufak hani 'ince ince yasemince' derler ya, böyle bir durum var. Bir budama var. Güç dengeleri değişti. Bu güç kaybını da hakemlerin iyi aldığını düşünüyorum. Çok net söylüyorum, güç dengeleri değişti.''
Galatasaray Orduspor maçı devre arası Fatih Terim;
"İkinci yarıda daha kötü yönetiminize devam edin ne var ne bakıyorsun ben sana birşey söyleyince ceza alıcam öylemi böyle adalet mi olur sana bu raporu yazdırmayacağım, sana bu zevki yaşatmayacağım hoca"
...............................................................
Tüm bu yaşananlar neticesinde insanların aklına ister istemez o meşhur "tape"ler yeniden gelmektedir.
Belli ki 3 Temmuz'dan bu yana yaşanan şike süreci bu ülkede hiçbir şeyi değiştirmemiş, düzeltmemiştir.
Fenerbahçe Asbaşkanı Şekip Mosturoğlu'nun TFF seçimleri sonrası gazeteci Tahir Kum ile yaptığı bir telefon konuşmasında ne diyordu?
"Tahkim Kurulu 6-1 bizde. Disiplin Kurulu da 4-3 bizde"
Buyrun alın tüm kurullar sizde olsun. Ancak şunu unutmayın ki;
Kenetlenen bir Galatasaray'ı 7-0 da olsanız yenemez, dağıtamazsınız. Bundan yana en ufak bir şüphemiz bulunmamaktadır elbetteki.
Ancak bizim anlayamadığımız; Türk futbolunda yaşanan bunca adaletsizliğe rağmen Galatasaray'ımızın haklarının yalnızca
"Değerlendirmeyi kamu vicdanına bırakıyoruz.
Saygılarımızla,
Galatasaray Spor Kulübü"
cümleleriyle savunulmasıdır. Bu sessizliğin sebebini bir türlü anlayamıyoruz.
Değerlendirmeler elbetteki kamu vicdanını sızlatıyordur. Ancak Galatasaray Spor Kulübü, resmi sitesinden bir yazı yazıp, sonuna da değerlendirme sizindir diyerek geri çekemez kendisini.
En başından beri yapılması gereken şeydi yüksek sesle yapılacak bir savunma. Sessizliğimiz sürdüğü sürece bu adaletsizlikleri görmeye devam edeceğiz.
İşte bu yüzden geçen seneden beri, şampiyonluk süslemesine aldanmayarak her zaman sormaya devam ediyoruz;
İmparatorun konuşacağı şey neydi? Ve kim tarafından neden susturuldu?
İmparator bile konuşup bizlerin haklarını savunmayacak da internet sitemizde değerlendirmeyi kamu vicdanına bırakanlar mı savunacak Galatasaray'ımızın haklarını?
"Güvenilirliğini yitirmiş bir kuruma itirazda bulunmayı düşünmüyoruz" demek yenilgiyi kabul etmektir. Asıl bariz bir şekilde yapılan haksızlıklardan sonra 'biz yolumuza bakıyoruz, Galatasaray'ı durduramayacaksınız' cümleleridir, artık güven vermeyen. Peki biz neyin mücadelesini veriyoruz?
Asalet elbetteki bazen susmayı gerektirir.
Ancak bu kadar açık adaletsizliklerin karşısında böylesine sessiz kalmak, asaleti değil yenilgiyi temsil eder!..
Yenilenen Stad... Yenilen Taraftar...
Bazı kelimeler vardır. İçerisinde yer almıyorsanız, o kelimelerin arasındaki büyük uçurumları anlamanız mümkün değildir.
“Taraftar” olan bir kimseyi belki de en çok sinirlendiren sıfatlardan biridir “seyirci”
Çünkü sen "seyirci"den çok farklısındır aslında. Hakaret sayarsın bu kelimeyi hatta…
Sen “taraftar”sındır… O ise “seyirci”…
Ne “seyirci”lerin ne de seni “seyirci”lerle aynı kefeye koyanların anlayamayacağı bir gönül bağı vardır seninle takımın arasında...
“Seyirci” parasını verir, maçları -daha doğrusu daha çok yıldızları- seyreder, memnun olur veya olmaz, eleştirir, yetinmez ve hatta yetmez, hakaret eder…
Yani herkes “seyirci” olabilir. Ama “taraftarlık”a gelince iş, orada bir durup düşünmek gerekir.
“Taraftar” arma için oradadır! Aşkı tamamen armanın ta kendisinedir…
Armayı taşıyanlara olan kısmi, geçici aşk ise “seyirci”lerin işidir.
“Taraftar” renkler için tribündedir,
Sarı kırmızı neredeyse “taraftar”ın her koşulda olması gereken yer orasıdır…
“Taraftar”ın taşımaktan en gurur duyduğu şey bu sıfattır.
Galatasaray’lı olmak,
Galatasaray taraftarı olmak…
Galatasaray'a sahip olmak değildir taraftarın amacı, Galatasaray'a ait olmaktır…
Kısacası "aslolan Galatasaray"dır diyebilendir “taraftar”…
Kısacası "söz konusu Galatasaray ise gerisi teferruattır" diyebilmektir “taraftar” olmak…
7 Haziran 1987..
AliSamiYen Stadyum'u inliyor o sesle…
“Tribünlerde coşacaksın kupaları alacaksın” diyor tribünler.
“14 senelik bu çile bitsin artık bu sene” diyorlar.
Haykırıyorlar sevdalarını her nefeste daha fazla aşkla, daha fazla özlemle…
Ama hep sabırla…
…
Geçen yıllar kazandırıyor…
Geçen yıllar kaybettiriyor…
Şampiyonluklar, kupalar, zaferler geliyor,
Onları yaratan kahramanlar geliyor…
Galatasaray "taraftar"ı en güzel duyguları onlarla yaşıyor, tek yumruk tek yürek oluyor, baharları yaşıyor…
Hep gülmüyor elbet, bazen ağlıyor ama yine 'bir' olup ağlıyor...
Yıllar geçiyor…
"Taraftar" kaybetmeye başlıyor... Önce evinin abisini kaybediyor. Sonra da evini...
Anılarını, zaferlerini, mutluluklarını, gözyaşlarını, “hayatının tam ortası”nı bırakıyor, bıraktırılıyor…
Diyorlar ki bize “artık daha çok olacaksınız”, daha çok “taraftar” olacak…
3'lüleriniz daha güçlü, omuz omuzalarınız daha gür çıkacak…
Evet, daha çok…
Ama giderek daha az olmaya başlıyoruz. Daha kalabalık ama daha az…
Ve artık yenilenen evimize “seyirciler” gelmeye başlıyor…
'AliSamiYen Spor Kompleksi' diyerek özlemimizi bir nebze hafifletmeye çalıştığımız yeni 'cehennem'imizde eskileri anıyoruz, eski günleri arıyoruz…
Türk Telekom Arena diye yüzümüze inen tokatlara rağmen biz “AliSamiYen” diye diretiyoruz. Başka türlü benimsemek zor geliyor çünkü “taraftar” olana…
“Seyirci”nin ise yüzü gülüyor.
“Taraftar” Galatasaray’ının yanında yağan yağmurla sırılsıklam olunca “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye övünürken, “seyirci” stadda ıslanmamanın gururunu yaşıyor…
Galatasaray kötü günler atlatırken yeniden belli oluyor seyirci ile "taraftar" arasındaki uçurum.
“Taraftar” her daim yanında duruyor da, “seyirci”ler seyir etmeye değer bir şey bulamıyorlar…
Galatasaray yaralarını sarıyor, iyileşiyor, hem de çok hızlı iyileşiyor…
“Seyirci” sayısının başarıyla doğru orantılı olduğunu acı bir şekilde öğrenmeye devam ediyoruz.
“Yönetim, futbolcu, taraftar” üçgeninde hiçbir şekilde yer almayan ama Galatasaray formasını, armasını taşıyanı en ufak bir olumsuzlukta ıslıklamaktan, hakaret etmekten geri kalmayan “seyirci”, sabırsızlığını göstermekten geri kalmıyor…
Bir müşteri edasıyla her zaman, kendisini Galatasaray’a ait değil, sahip hissetmenin verdiği hakla her düşündüğünü yapabiliyor.
Değil 14 sene 14 gün bekleyemiyor…
Galatasaray taraftarı kaybediyor… Galatasaray, taraftarını kaybediyor...
“Yenilsen de yensen de taraftarın senle” diyemiyor artık tribünler…
Destek gerektiği zaman lal gibi sessiz kalan o “seyirci”, performansını beğenmediği bir oyuncu oyundan çıkarken ıslıklamaktan, küfür etmekten geri kalmıyor.
Daha çok “para” verebildiği için gerçek “taraftar”lar yerine stadda yerini alan “seyirci”, takımı desteklemiyor, rakibe baskı yaratmıyor… En ufak bir tezahürata eşlik etmiyorken, hiç alakasız bir maçta söz konusu fenere vs küfür etmekse akla mantığa sığmayan şekilde son sesine kadar küfürlere katılabiliyor… Fenerbahçe nefreti Galatasaray sevgisinin üstüne rahatlıkla çıkabiliyor…
Transferlere seviniyor, stada gelip sadece küfrederek, deşarj olarak rahatlıyor…
Bunlar elbette ki yıllardır bildiğimiz kavramlardı aslında… Ancak endüstriyel futbolun paralelinde artan “seyirci” sayısı ile zamanla "taraftar"lardan rahatsız olan kimselerin, tribünleri bitirmesidir en büyük korkumuz... Bu yüzden “taraftar” olmanın önemini sıklıkla dile getirmemiz gereken dönemlerde olduğumuzu hissediyoruz…
Unutmamalıyız ki;
Galatasaray’lı olabilmek, geçtiğimiz sezon Beşiktaş maçının ardından staddan ayrılmayarak,
kaçabilecek şampiyonluğu Galatasaray sevgisinden üstün tutmayarak,
koşulsuzca,
hiçbir beklenti olmaksızın,
ellerinin kızarmasına aldırmadan,
ses tellerin kopana kadar,
belki yüz defa, belki daha fazla,
''ölüm varmış, korku varmış, bu dünyanın sonu varmış, bizim için yoktur tasa, kalbimde sen yaşadıkça, başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter…'' diye aşkla bağırmaktır…
ve
“Taraftar olmak” işte tam da bunu gerektirir…
En büyük aşkı Galatasaray olanların, en büyük korkusudur endüstriyel futbolla artan seyircilerin
taraftarı bitirmesi ve en büyük özlemidir işte bu ses...
Tarih Bir Kere Yazıldı | 17 Mayıs 2000
Haydi oğlum!!! Haydi oğlum!!! GOOOOOOOLLLLLLLL!!!!
Gooooolllllllllllllllllllllllllllllllllll!!!!
Kupa bizim! Kupa bizim! Tanrım şu güzelliğe bakın!
TANRIM KUPA BİZİM!
Allah'ım sana şükürler olsun! Allah'ım sana şükürler olsun!
Biz daha iyisini yapana kadar...
Elleri Küçük Yüreği Büyük Adam | Fernando Muslera
2010-2011 sezonu Galatasaray Futbol Takımı ve onun taraftarları için, hiç şüphesiz ki oldukça sıkıntılı ve zor geçti. Sezon bittiğinde nerdeyse herkes takımın 3-4 senede ancak toparlanabileceğini ve nerdeyse her mevkiye transfer gerektiği konusunda birleşti. O mevkilerden biri de hiç şüphesiz ki Galatasaray’ın kalesiydi. Biz taraftarları tatmin etmesi en zor mevkilerden biriydi bu kale. Kimlere hayran olmuştuk o kalede... ‘Tanrının Eli’ diye futbola giren terimin bizlere çağrıştırdığı isim Maradona değildi.
O el, Claudio Taffarel’di... Çok sevdi Taffarel, çok sevildi Taffarel.. ‘çogusel Taffarel’...
Sonra Mondi’miz vardı bizim... Saygı duruşlarında bir Türk gibi duran, milli marşımızı söylemeye çalışan, güzel insan Mondi. Duası duamız, gözyaşları gözyaşımız oldu... Giderken en çok bize, taraftarına, teşekkür etti Ali Samiyen’i “I love you Mondi” diye inlettiğimiz adam.
İşte bu yüzden boşluğumuz çok büyüktü... Sevmeye, güvenmeye, emanet etmeye ihtiyacımız varken O geldi. O gelmeden birçok insan tarafından artık klasikleşmiş ‘Galatasaray’a neden gelsin ki’ soruları sorulmaya başlandı. Zaten dünyanın en iyilerindendi, en bilinen file bekçilerindendi. Bilmeyenler de geçtiler internetlerinin başına, girdiler youtube’a, açtılar, izlediler onun kurtarışlarını. Bir futbolcu için genç sayılan, o 25 yaşına bir İtalya Kupası, bir İtalya Süper Kupası ve bir de Dünya Kupası Dördüncülüğü sığdırmıştı. Böylesine büyük başarılarla geldi belki de en çok sevileceği kulübe Néstor Fernando Muslera Micol...
Uruguay basınına konuşan Muslera, “İspanya ve İtalya basınından birçok önemli teklif aldım ama benim tercihim Galatasasaray, beni en çok onlar istedi” diyerek geldi başarılı eldiven.
Mondragon’dan sonra Orkun Uşak, Aykut Erçetin, Morgan De Sanctis, Leo Franco, Ufuk Ceylan ve Robinson Zapata’nın dolduramadığı o güven boşluğunu dolduracağını Copa America 2011 performansıyla adeta kanıtlamıştı Muslera. Bizler için evinin kapısına çelik kapı taktırmak gibiydi adeta böylesine bir başarı adamına kalemizi emanet etmek.
‘İl Castorino’ (küçük kunduz) lakaplı file bekçisi için verilen transfer bedeli hesap adamları tarafından oldukça yüksek bulundu. O insanlar yaparken hesapları - kitapları, bizim düşündüğümüz tek bir şey vardı.
Bizim için yemedikleriyle gurur duymak kadar, yediklerine kefil olacağımız bir kalecimiz vardı artık!
Galatasaray’la çıktığı ilk maçlarında, defansla uyumsuzluğu sonucu yediği goller sonrasından hemen eleştiri oklarının hedefi oldu Muslera. ‘Biz demiştik’ demek isteyen insanlar vardı, eleştirildi, hatalı gollerinin sebebi olarak ‘elleri küçük’ bile dendi.
Küçük kunduz,
küçük elli Muslera,
sonra kalede devleşti, devleşti, devleşti... O, kalede tuttukça gelen topları, bizler düşünmeye başladık sezon sonu onu nasıl tutacağımızı.
Geldiği günden bu yana, çok kez maçın adamı olan Muslera’nın en çok konuşulduğu maç ise Manisaspor’la oynanan lig maçıydı. Bu sezon Galatasaray’da gol atmayan tek oyuncu olan Muslera, hocası tarafından onurlandırıldı ve kazanılan penaltı kendisine kullandırıldı. O topa doğru giderken gözlerindeki o heyecan ve sevinç ekranları başında onu izleyen taraftarın yaşadığı heyecandan farksızdı. Gol sonrası yaşadığı mutluluğu gözlerine, gözlerimize öyle yansıttı ki tribünlerden bir kez daha en yüksek şekilde haykırıldı: “Muslera Muslera, I love you Muslera”.
Etik olmaktan çok uzak olunan bu sezonda bile kendisine penaltı kullandırtmanın etikliğini tartışanlar, Volkan Demirel’in her türlü hareketiyle aynı ülkede yaşayanlardı.
Ali Samiyen’de her maç sonrası çağrılsın çağrılmasın tribünlere gelen,
O el, Claudio Taffarel’di... Çok sevdi Taffarel, çok sevildi Taffarel.. ‘çogusel Taffarel’...
Bravo Taffarel! Taffarel, Taffarel, Taffarel… Taffarel, Taffarel Taffarel…
Sen, böyle bir kurtarışın arkasından, penaltılarda da duracaksın o kalede Taffarel!
Sonra Mondi’miz vardı bizim... Saygı duruşlarında bir Türk gibi duran, milli marşımızı söylemeye çalışan, güzel insan Mondi. Duası duamız, gözyaşları gözyaşımız oldu... Giderken en çok bize, taraftarına, teşekkür etti Ali Samiyen’i “I love you Mondi” diye inlettiğimiz adam.
İşte bu yüzden boşluğumuz çok büyüktü... Sevmeye, güvenmeye, emanet etmeye ihtiyacımız varken O geldi. O gelmeden birçok insan tarafından artık klasikleşmiş ‘Galatasaray’a neden gelsin ki’ soruları sorulmaya başlandı. Zaten dünyanın en iyilerindendi, en bilinen file bekçilerindendi. Bilmeyenler de geçtiler internetlerinin başına, girdiler youtube’a, açtılar, izlediler onun kurtarışlarını. Bir futbolcu için genç sayılan, o 25 yaşına bir İtalya Kupası, bir İtalya Süper Kupası ve bir de Dünya Kupası Dördüncülüğü sığdırmıştı. Böylesine büyük başarılarla geldi belki de en çok sevileceği kulübe Néstor Fernando Muslera Micol...
Uruguay basınına konuşan Muslera, “İspanya ve İtalya basınından birçok önemli teklif aldım ama benim tercihim Galatasasaray, beni en çok onlar istedi” diyerek geldi başarılı eldiven.
Mondragon’dan sonra Orkun Uşak, Aykut Erçetin, Morgan De Sanctis, Leo Franco, Ufuk Ceylan ve Robinson Zapata’nın dolduramadığı o güven boşluğunu dolduracağını Copa America 2011 performansıyla adeta kanıtlamıştı Muslera. Bizler için evinin kapısına çelik kapı taktırmak gibiydi adeta böylesine bir başarı adamına kalemizi emanet etmek.
‘İl Castorino’ (küçük kunduz) lakaplı file bekçisi için verilen transfer bedeli hesap adamları tarafından oldukça yüksek bulundu. O insanlar yaparken hesapları - kitapları, bizim düşündüğümüz tek bir şey vardı.
Bizim için yemedikleriyle gurur duymak kadar, yediklerine kefil olacağımız bir kalecimiz vardı artık!
Galatasaray’la çıktığı ilk maçlarında, defansla uyumsuzluğu sonucu yediği goller sonrasından hemen eleştiri oklarının hedefi oldu Muslera. ‘Biz demiştik’ demek isteyen insanlar vardı, eleştirildi, hatalı gollerinin sebebi olarak ‘elleri küçük’ bile dendi.
Küçük kunduz,
küçük elli Muslera,
sonra kalede devleşti, devleşti, devleşti... O, kalede tuttukça gelen topları, bizler düşünmeye başladık sezon sonu onu nasıl tutacağımızı.
Geldiği günden bu yana, çok kez maçın adamı olan Muslera’nın en çok konuşulduğu maç ise Manisaspor’la oynanan lig maçıydı. Bu sezon Galatasaray’da gol atmayan tek oyuncu olan Muslera, hocası tarafından onurlandırıldı ve kazanılan penaltı kendisine kullandırıldı. O topa doğru giderken gözlerindeki o heyecan ve sevinç ekranları başında onu izleyen taraftarın yaşadığı heyecandan farksızdı. Gol sonrası yaşadığı mutluluğu gözlerine, gözlerimize öyle yansıttı ki tribünlerden bir kez daha en yüksek şekilde haykırıldı: “Muslera Muslera, I love you Muslera”.
Etik olmaktan çok uzak olunan bu sezonda bile kendisine penaltı kullandırtmanın etikliğini tartışanlar, Volkan Demirel’in her türlü hareketiyle aynı ülkede yaşayanlardı.
Ali Samiyen’de her maç sonrası çağrılsın çağrılmasın tribünlere gelen,
o ‘küçük elleriyle’ taraftarını alkışlayan,
bu gülüşünü bizlerden esirgemeyen Fernando Muslera...
O, Galatasaray’a çok yakıştı, Galatasaray ona çok yakıştı. Taffarel’le çalışmak onun şansı, o bizim şansımız oldu. Şampiyonluğa doğru atılan o emin adımlardaki en büyük pay sahiplerinden,
elleri küçük yüreği büyük adam...
O küçük ellerinle, nice kupalar kaldırmak dileğiyle...
'OZ'Büyücüsü
...Ayrımın 'FUTBOL' Hali...
Daha doğmadan seçiliyor renklerimiz aslında. Doğacak çocuk kızsa odası ve kıyafetleri pembe seçiliyor erkekse mavi... Erkeksen mavi nüfus kağıdın olacak kadınsa pembe. Bir oyuncak alınacaksa eğer, futbol topu ne yazık ki mavi nüfus kağıdı sahibinin oluyor. Yani daha küçükken futboldan bir adım uzaklaştırılıyor kadınlar. ‘Kadın’ ile ‘futbol’ sadece erkek muhabbetlerinde bir araya geliyor. Bu iki konunun bir araya gelmesi de erkek muhabbetlerinin yegane konusu olmaktan öteye gidemiyor.
Dünya üzerinde yıllardır konuşulan, tartışılan konuların başında gelenlerdendir cinsiyet ayrımcılığı. En çok ayrıştıkları ya da ayrıştırıldıkları konulardan biri de futboldur bu iki grubun. Bu abilerimizin ve babalarımızın maç izlerken “önümden geçme!” ikazıyla başlar “kadın futboldan ne anlar ya, söyle bakalım ofsayt nedir?” sorusuyla son bulur. (sanki futbol sadece ofsayttan ibaretmiş gibi). Futbol, kadın için, elinin hamuruyla karışılmaması gereken işlerden sadece birisidir onlara göre. Kendilerini bu alanda usta hissedenler kadınları çırak bile görmezler.
Oysa kadınlar da futbol sever. Hem de öyle güzel sever ki. Onların da vardır gönül verdiği renkler. Onlar da giyer formasını, takar atkısını. Onlar da girer bilet kuyruğuna, koyar biletini cebine koşar aşık olduğu renklere. Onlar da takım sahaya çıktığında alkış tutar. Tezahüratlara eşlik eder, top rakipteyken ıslıklar onlar da... Atılan gole sevinir, yenen gole üzülür, kaçan pozisyona sinirlenirler. İşin özü, taraf olmanın taraftar olmanın tüm gerekliliklerini yerine getirir kadınlar. Ancak “kişilerin yaptığı kurumları bağlamaz” lafının çok konuşulduğu bu senede verilen bir kararla, erkeklerin yaptığı kadınları bağlamaz mesajı verildi ve şöyle söylendi: “kuralları ihlal ederek seyircisiz maç oynama cezası alan takımların karşılaşmalarını; kadın izleyiciler ile yanlarında anneleri olmak şartıyla on iki yaş ve altı çocuklar ücretsiz olarak izleyebilecek.”
İlk bakışta lütufmuş gibi sunulan bu kararın alt metnini çok iyi okumak lazım. Seyircisiz maç oynama cezasına maruz kalan takımlar, kadın ve çocuk taraftarlarla dolu tribünler önünde maç yapacaklar. Kadınlar, tribünlerin ‘etkisiz elamanları’ sayılmış ve ceza, onlar üzerinden verilmeye başlanmıştır. Türkiye Futbol Federasyonu, böylesine ciddi bir kararı hiçbir hukuksal dayanağı olmadan vermiştir. Onlara göre tribünlere daha fazla kadın gelmesini sağlamak, güzel görüntüler oluşturabilmek için alınan bu karar aslında kadınlara ceza olmaktan öte bir durum değildir. Federasyon tarafından bir günde çıkarılan bu uygulama, Hollanda Ligi’nde Ajax-AZ maçı öncesinde Ajax kulübü tarafından önerilmiş, hatta ülkemizde övünmeye bile sebep olmuştu. Tam Hollanda bizi örnek alıyor diye düşünürken, Hollanda Futbol Federasyonu bunun anayasal bir ihlal olduğuna ve cinsiyet eşitliği kurallarına ters düştüğüne karar verdi. Tam da olması gerektiği gibi.
Peki kadınlar bu seyircisiz ama seyircili maçlara nasıl gidiyorlar. Çiçek atmak için mi? Erkeklerin yaratamadığı dostluk tablolarını yaratmak için mi? Hayır. Kadınlar bu maçlara ‘erkekleşerek’ gidiyorlar. Boş tribünler olana kadar, kadınlar gitsin zihniyetiyle tribünlere çekilen bu kadınları, cezaya sebebiyet veren erkekler “bizi aratmayın” diyerek yolluyorlar. Tabi kadınlar altta kalır mı “sizi aratmayacağız” diye cevap veriyorlar. Sonuç: yayıncı kuruluş tarafından sesi kısılan tribünler. Çünkü kendilerince tribündeki erkek boşluğunu bu şekilde kapatacaklarını düşünüyor ya da düşündürülüyorlar. Taraftarlıkları kabul görmediği için, böyle bir kabullendirme yolu seçiyorlar kendilerine. Federasyonun verdiği ceza da hükmünü kaybediyor böylece. Buna ceza da verilemiyor üstelik. Çünkü kadın ve çocuklar TFF’nin misafiri olarak maçlara akredite ediliyorlar ve TFF bu sebeple kulüplere ceza veremiyor.
Seyircisiz maç demek taraftarsız maç demektir. Taraftarsız maç demek ne erkek ne de kadının olmadığı tribünler demektir. Futbolu yönetenler tarafından her ne kadar ‘etkisiz eleman’ olarak görülse de, taraftar kadın vardır ama ne yazık ki yine yenilen taraftır.
Dünya üzerinde yıllardır konuşulan, tartışılan konuların başında gelenlerdendir cinsiyet ayrımcılığı. En çok ayrıştıkları ya da ayrıştırıldıkları konulardan biri de futboldur bu iki grubun. Bu abilerimizin ve babalarımızın maç izlerken “önümden geçme!” ikazıyla başlar “kadın futboldan ne anlar ya, söyle bakalım ofsayt nedir?” sorusuyla son bulur. (sanki futbol sadece ofsayttan ibaretmiş gibi). Futbol, kadın için, elinin hamuruyla karışılmaması gereken işlerden sadece birisidir onlara göre. Kendilerini bu alanda usta hissedenler kadınları çırak bile görmezler.
Oysa kadınlar da futbol sever. Hem de öyle güzel sever ki. Onların da vardır gönül verdiği renkler. Onlar da giyer formasını, takar atkısını. Onlar da girer bilet kuyruğuna, koyar biletini cebine koşar aşık olduğu renklere. Onlar da takım sahaya çıktığında alkış tutar. Tezahüratlara eşlik eder, top rakipteyken ıslıklar onlar da... Atılan gole sevinir, yenen gole üzülür, kaçan pozisyona sinirlenirler. İşin özü, taraf olmanın taraftar olmanın tüm gerekliliklerini yerine getirir kadınlar. Ancak “kişilerin yaptığı kurumları bağlamaz” lafının çok konuşulduğu bu senede verilen bir kararla, erkeklerin yaptığı kadınları bağlamaz mesajı verildi ve şöyle söylendi: “kuralları ihlal ederek seyircisiz maç oynama cezası alan takımların karşılaşmalarını; kadın izleyiciler ile yanlarında anneleri olmak şartıyla on iki yaş ve altı çocuklar ücretsiz olarak izleyebilecek.”
İlk bakışta lütufmuş gibi sunulan bu kararın alt metnini çok iyi okumak lazım. Seyircisiz maç oynama cezasına maruz kalan takımlar, kadın ve çocuk taraftarlarla dolu tribünler önünde maç yapacaklar. Kadınlar, tribünlerin ‘etkisiz elamanları’ sayılmış ve ceza, onlar üzerinden verilmeye başlanmıştır. Türkiye Futbol Federasyonu, böylesine ciddi bir kararı hiçbir hukuksal dayanağı olmadan vermiştir. Onlara göre tribünlere daha fazla kadın gelmesini sağlamak, güzel görüntüler oluşturabilmek için alınan bu karar aslında kadınlara ceza olmaktan öte bir durum değildir. Federasyon tarafından bir günde çıkarılan bu uygulama, Hollanda Ligi’nde Ajax-AZ maçı öncesinde Ajax kulübü tarafından önerilmiş, hatta ülkemizde övünmeye bile sebep olmuştu. Tam Hollanda bizi örnek alıyor diye düşünürken, Hollanda Futbol Federasyonu bunun anayasal bir ihlal olduğuna ve cinsiyet eşitliği kurallarına ters düştüğüne karar verdi. Tam da olması gerektiği gibi.
Peki kadınlar bu seyircisiz ama seyircili maçlara nasıl gidiyorlar. Çiçek atmak için mi? Erkeklerin yaratamadığı dostluk tablolarını yaratmak için mi? Hayır. Kadınlar bu maçlara ‘erkekleşerek’ gidiyorlar. Boş tribünler olana kadar, kadınlar gitsin zihniyetiyle tribünlere çekilen bu kadınları, cezaya sebebiyet veren erkekler “bizi aratmayın” diyerek yolluyorlar. Tabi kadınlar altta kalır mı “sizi aratmayacağız” diye cevap veriyorlar. Sonuç: yayıncı kuruluş tarafından sesi kısılan tribünler. Çünkü kendilerince tribündeki erkek boşluğunu bu şekilde kapatacaklarını düşünüyor ya da düşündürülüyorlar. Taraftarlıkları kabul görmediği için, böyle bir kabullendirme yolu seçiyorlar kendilerine. Federasyonun verdiği ceza da hükmünü kaybediyor böylece. Buna ceza da verilemiyor üstelik. Çünkü kadın ve çocuklar TFF’nin misafiri olarak maçlara akredite ediliyorlar ve TFF bu sebeple kulüplere ceza veremiyor.
Seyircisiz maç demek taraftarsız maç demektir. Taraftarsız maç demek ne erkek ne de kadının olmadığı tribünler demektir. Futbolu yönetenler tarafından her ne kadar ‘etkisiz eleman’ olarak görülse de, taraftar kadın vardır ama ne yazık ki yine yenilen taraftır.
'OZ' Büyücüsü